26 Haziran 2011 Pazar

Heykelin yüreği: Camille Claudel(Anne Delbee'nin, Camille Claudel'in hayatını yazdığı kitap beni çok etkilemişti)

Heykelin yüreği: Camille Claudel

Günümüzde sanat eğitimi, eskisine göre daha rahat koşullarda veriliyor, ama 100 yıl öncesine kadar durum hiç böyle değildi. Heykeltıraş olmaya karar verdiğinizde önce ailenizi buna binbir güçlükle ikna etmeniz, ardından heykel eğitimi veren okula yeteneğinizi kabul ettirebilmek için inanılmaz zor aşamalardan geçmeniz gerekiyordu. Hadi diyelim hepsini başardınız ve heykeltıraş oldunuz. Esas zor olan kısmı bundan sonra başlıyordu; eğer çok şanslı değilseniz bütün yaşamınızı elektrik-su tesisatı bozuk, karanlık, rutubetli atölyelerde yarı aç yarı tok geçirmeye razı olmak zorundaydınız. Ama eğer bir de kadınsanız, bütün bu sorunlar ikiye katlanıyor, çok daha fazla çalışmanız, çok daha cesur ve çok daha dayanıklı olmanız gerekiyordu.
O yıllarda pek çok sanatçı bu zorlukları göze almışlar, yılmamışlar ve bugün hayranlıkla izlediğimiz eserler yapmışlar, ama bunu başarabilen kadın sanatçı sayısı pek fazla değil. Ancak sanat tarihine adını altın harflerle yazdırmış olan bir kadın var ki yaptığı olağanüstü heykellerden bahsetmemek bilmeyenler için büyük bir eksiklik olur.
“Bütün istediğim heykel yapmak, sonsuza dek…”
Camille, 8 Aralık 1864’te Fransa’da orta halli bir ailenin kızı olarak doğar ve Paris’in dışında küçük bir şehirde, ağabeyi Paul (sonradan büyük şairlerden Paul Claudel olacaktır kendisi) ve küçük kız kardeşi Louise ile büyür. Çocukluğunda bütün yaptığı evlerinin bahçesindeki çamurlarla oynamak, kedi, köpek, kuş, insan heykelleri yapmak ve annesinden bol bol azar işitmektir (O yıllardaki anneler de çamurlu giysilerden pek hoşlanmıyorlardı galiba).
Büyüdükçe çamura ve heykellere olan ilgisi çocukça bir heves olmaktan çıkar ve giderek ciddileşmeye başlar. O yıllarda resim ve heykel yapan kadın sayısı o kadar azdır ki hiç kimse Camille’in bu işi sürdürmek isteyeceğini düşünmez, ama o henüz 13 yaşındayken “Bismarck”, “Napoleon 1” ve “David ve Goliath” heykellerini yapacak kadar kararlıdır. Böylece Claudel ailesi için “Ne olacak bu işin sonu?” çanları çalmaya başlamıştır.
Annesi kızının bu yeteneğini asla kabullenemez. Zaten annesiyle hayatı boyunca hiçbir konuda iyi anlaşamaz Camille. Annesi için pek de ideal bir genç kız modeli değildir, hele de o yılların erkek ve kadın rollerini son derece başarıyla sindirmiş olan kız kardeşi Louise ile kıyaslanınca. Babası ise, son derece ciddi ve otoriter bir adam olmasına rağmen kızının heykele olan yeteneğini sonuna kadar destekler. Hatta kızının bu konuda iyi bir eğitim alması için ailesini alıp Paris’a yerleşmeye karar verir.
Böylece 1881 yılında Paris’e yerleşen Camille, burada kız öğrenci kabul eden az sayıdaki akademilerden birine, Colarossi Akademisi’ne yazılır. Üç arkadaşıyla birlikte bir stüdyo kiralayan Camille, bir süre sonra dönemin iyi heykeltıraşlarından Rodin’in öğrencisi olur (1883). Bu tanışma hayatının dönüm noktasıdır, çünkü bir süre sonra Rodin’in sevgilisi ve sonra da en büyük rakibi olacaktır.


Dalga (Bronz-Onix)


1900 Denizkızı (Bronz)


 
 1904 Geveze Kadınlar (Bronz)

Rodin bu göz kamaştırıcı yetenekten çok etkilenir. Artık hayatında en az kendisi kadar yetenekli bir ilham perisi vardır ve birlikte pek çok işlere imza atarlar. O dönemde Rodin Cehennemin Kapıları adlı unutulmaz eserini yapar. Rodin’in bu eseri Camille’in yoğun etkisi ve yardımıyla yaptığı, hatta Rodin’in, başarısının büyük bir kısmını Camille’e borçlu olduğu söylenir. Doğrusu çok da tuhaf gelmiyor bize, zira Rodin en unutulmaz eserlerini Camille’le birlikte olduğu yıllarda yapmıştır. İki büyük yeteneğin bir araya geldiğinde olağanüstü işler çıkarmalarından daha normal ne olabilir ki zaten?

Vals (Bronz) - 1891 - 1905

“Aradığı altın kendi içindeydi…”
1890’lara gelindiğinde Camille artık yeteneğiyle nam salmış olan ve sanat çevreleri tarafından saygı gören bir sanatçıdır. Ama mesleğini Rodin’in kanatları altında sürdürme hali Camille’in bağımsız ve güçlü kişiliğine çok uyan bir durum değildir. Hele de bu ilişki sadece işle sınırlı kalmayan ve şiddetli aşk kavgalarına sahne olan tutkulu bir ilişkiyse. O dönemde yaptıkları heykeller ne kadar sağlam ve muhteşemse, ilişki de o kadar çatırdayan ve yıpratıcı bir hal almıştır.

1898’de bir yol ayrımına gelir Camille, yoluna artık tek başına devam etmesi gerekmektedir. Çok kolay bir ayrılık olmaz bu, Camille için hayatının en acı ve özlem dolu dönemi başlar. Fakat işin ilginç yanı Camille, "Vals", "Clotho", "Olgunluk Çağı", "Kayıp Tanrı", "Geveze kadınlar", "Sakuntala" gibi en önemli heykellerini, Rodin’le en büyük kavgalarını ve acılarını yaşadığı dönemlerde yapar (Aşkın gücü bu olsa gerek).
Yonttuğu heykeller inanılmaz iyidir, sadece hayranlık değil, düşmanlık da çekecek kadar etkileyicidirler; danseden çiftler, oynayan çocuklar, sohbet eden kadınlar, düşünen, gülen, acı çeken insanlar, hepsi de her an hareket edecekmiş, konuşacakmış gibi canlı dururlar.

Avcı Kız (Çamur) - 1887


Hatta denir ki “O yıllarda hiçbir heykeltıraş çamura Camille kadar can vermemiştir, hiçbir heykeltıraş taşı Camille kadar hissederek yontmamıştır.” Rodin’in de Camille için söylediği “Ona altını nerede bulacağını söyledim. Ama bulduğu altın kendi içindeydi” cümlesi sanat tarihinde söylenmiş en anlamlı ifadelerden biridir.


Olgunluk Çağı (Bronz) -1898
“Bu kadar yalnız kalmak için ne yaptım?”

Camille, ailesindeki erkeklerden ne kadar destek gördüyse, kadınlardan da o kadar köstek gördü diyebiliriz. Özellikle Rodin’le olan ilişkisi, Claudel kadınları için, heykeltıraş olmasından çok daha önemli bir sorundur. Annesi ve kız kardeşi Camille’den olabildiğince uzak dururlar, fakat babası ve Paul (kardeşinin en büyük hayranıydı kendisi) yaşadıkları sürece Camille’in sanatına ve sorunlarına sahip çıkarlar. Fakat ne yazık ki babası çok uzun yaşamaz ve Paul de diplomat olduğu için Uzak Doğu’ya yerleşir.

Camille 1898’den sonraki döneminde, hem bir kadın sanatçı olarak yaşadığı yüzyılı, hem de özel hayatındaki sorunları göz önüne aldığımızda, pek çok bakımdan yalnız kalır. Üstüne bir de karşılamakta zorlandığı maddi sorunlar eklenince Camille’in ruh sağlığı giderek bozulmaya başlar.

1906’da sinir krizi geçirdiği bir gecenin ardından eserlerinin pek çoğunu parçalar, bir kısmını da nehre atar. Bir süre sonra ciddi paranoya belirtileri gösterdiği ve akıl sağlığını kaybettiği gerekçesiyle ailesi tarafından, Rodin’in de desteğiyle bir hastaneye kapatılır. Bu noktada artık Paul Claudel bile kardeşine yardım edemez ve aynı hastanede 19 Ekim 1943’te yaşama veda eder.

Böylesine önemli bir sanatçının hayatının en verimli döneminde akıl hastanesine kapatılması ve tam 30 senesini heykelden uzak, çamura veya taşa elini sürmeden geçirmesi çok büyük bir haksızlık gibi geliyor bize. Ve garip bir şekilde Camille’in paranoyası bize de bulaşıyor: “Ailesi için utanç kaynağıydı, fazla özgürdü, fazla başına buyruktu, fazla heykel yapıyordu, Rodin içinse fazla tehlikeliydi, yaptığı eserlerin bazılarının Camille’e ait olduğu iddiası almış yürümüştü, artık Camille onun için ilham kaynağı değil, sanatına inen bir gölgeydi, sanat çevresi içinse dili fazla uzundu, fazla konuşuyordu, fazla doğrucuydu…”

Artık bütün bunların bir anlamı yok. Camille ve yaşamında adı geçen diğer isimler artık yoklar. Ama Camille’in giderken bize bıraktığı çok önemli başka şeyler var, heykelleri. Sanatı elinden alınmış olabilir, ama geride bıraktığı heykeller onun adını sanat tarihine altın harflerle kazıdı bile, işte onu silmek pek kolay değil.

Camille Claudel'in hayatını merak edenler Isabelle Adjani ile Gerard Depardieu'nun oynadığı filmi izleyebilir veya Anne Delbee'nin yazdığı kitabı okuyabilirler.
http://www.istegenc.com.tr/content/gorsel_sanatlar/article.asp?lngarticleid=1122